(Original publishing date: 25.04.2022)
Türkiye’nin yakın tarihindeki benliğini, zirzop ilkokul çocuklarınca çalınmış; sayfaları karalanıp karalanıp yırtılan bir sınıf defterine benzetiyorum: Kaliteli bir kapak, iyi niyetlerle özene bezene yazılıp döşenmiş taslak, bütün defter boyunca örnek alınası ilk birkaç sayfa… Ardındansa defterden arşa sadır olan kaos… Ve kaosun getirdiği pus, sis ve yer yer kan izleri. İnsanın doğal olarak: ‘Neden?!’ diye sorası geliyor. Neden toplumumuz refaha eremedi de rahatsızca gerisin geri debelenmekte? Dürüstlük en iyi taktiktir denir, o halde dürüstçe hatırlamak gerekirse, daha doğrusu kendimize dürüst olup hatırlamamız gerekirse:
Kendi sınırları içerisinde de dini duygulara oynayan Amerika Birleşik Devletleri, 1950’lerde kağıt parasının üzerindeki o meşhur: ‘In God We Trust’ ifadesini yerleştirip, sadakat yeminlerine de ‘tanrının huzurunda/altında’ yemin etme ibaresinin bulunması zorunluluğu getirmiştir. Bu gibi önlemlerin havada uçuştuğu Soğuk Savaş döneminde ABD, özellikle Türkiye gibi sınır ülkelerde bir olası ‘kızıl sızıntı’ya karşı sosyal bir tamponun oluşturulması için dinci bağnazlığa adeta sarılınmasını salık vermiştir. Çünkü doğru, bir dine (tercihen sıkı sıkıya) bağlı olduğunuzda bir başka dine (o zamanın Batı ekolleri Marksizm’i din olarak tanımlarlar) dönme şansınız çok daha azalır sonuçta. Peki bunun konumuzla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim, demeyiniz.
Güncel psikolojik literatürde münferit bir rahatsızlık olarak kabul gören psikopatlık, karmaşık bir bozukluktur. Ancak genetik faktörlerin yanısıra öne çıkmasını sağlayan en büyük risk faktörlerinden birisi düzensiz yetiştirilmedir. Beklenebilirlikten mahrum çocukta ne empati yetisi gelişir, ne de kendine sağlıklı (topluma uyumlu) bir kimlik bulabilir: O’nun için mesele artık varsa yoksa kendisidir, günün sonunda O tatmin oluyorsa sorun yoktur, güneş onun etrafında dönmeye devam eder. Kulağa tanıdık gelmiyor mu?
Daha birkaç gün önce Gazi Meclis’imiz 103. Yaşına onuru çiğnenmiş, soyulmuş ve yavana atılmış surette girmedi mi? Ülkemizdeki ayrıştırıcı/kutuplaştırıcı atmosfer resmen yaşlanmadı mı geçen nesillerle beraber? Bu atmosferde köz harlarcasına kimliklerin siyaseti adeta pompalanmıyor mu gerilimden beslenen tabakalarca? Peki buna şaşırmak mümkün mü?
Son seçimimizde bangır bangır bir dip dalga bekleyip, televizyon kanallarında erken zaferlerini: ‘Zaten kazandık biz, bari biraz daha bastıralım da ilk turdan kazanalım’ edası yaratıldığında nasıl bir sonuç ortaya çıkmıştı? Şimdi de seçim sonrası Türkiye’sini paylaşamamaktan doğru düzgün dik durulamıyor, siyasetimizde şaşırılacak pek de bir şey yok bana soracak olursanız.
Hal böyleyken teşhissiz, kaçık bir psikopat* ve aynı zamanda tescilli bir tecavüzcü ile bile bile yayına çıkan ve CHP’de disiplin kurulu üyeliği yapan avukata da, altı tane münferit(!) partinin kol kola verememesine şaşırmadığımız gibi şaşırmamamız gerekir. Sonuçta çıkan memnun çıkaran da memnun değil mi? Bu hiçbir şey aslına bakacak olursak: Kapsayıcı ve çağdaş bir kimlikten mahrum bırakıldı Türkiye. 1940’lardan sonra gerek içten gerekse dıştan bazen sağa, bazen sola ama her zaman bağnazlığa varan çekiştirmeler ve hıyanetler sarmalında iyi yetişemedi Türkiye Cumhuriyeti, sağlıklı büyüyemedi. Halkı da ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’nin kadrini de kıymetini de bilemedi, mantığını kavramak bir yana.
Uzun lafın kısası: Türkiye’nin sağı, solu, önü, arkası, dincisi, kitlesi ruh hastası; saklanmayanla helalleşilmesi de cabası.
*: Tabii ki de bu kadar uzaktan teşhis mümkün olamaz ancak yüzeysel bir bakışta bile antisosyal kişilik bozukluğu, hatta düpedüz psikopatlığın envanterindeki özelliklere uyan davranışlar sergilediği aşikardır. Dileyenler konuyla ilgili bkz.: Hare, R. D., & Neumann, C. S. (2009). Psychopathy: Assessment and Forensic Implications. The Canadian Journal of Psychiatry, 54(12), 791–802