(Original publishing date: 14.05.2022)
‘Bu toplumun yarısından çoğu mehdisini bekliyor, mesih bekliyorlar farkında olsalar da olmasalar da.’. Biraz da umutsuzca söylenmiş bu sözlerin sarf edildikleri bağlamda ‘kökten’ dinciler kastedilmişti. Ancak, ümidini, soyut ya da somut, sınırları belirlen(e)memiş ya da yeterince somutlaştırılamamış bir fikre, kişiye ya da inanca bağlayıp, vicdan rahatlatma düşkünlüğü acaba dindarlara mı mahsus, yoksa daha yaygın ve temelden bir sebebi mevcut mudur?
Aslına bakacak olursanız herhangi bir yüce öndere dahi duyulan (ne kadar samimi de olsa) hasret ya da özlem dahi mehdi-beklemecilikle akraba bir duygu durumudur. Her iki versiyonda da ana odakta olan iki unsur umut ve sorumluluktur ve birbirleriyle ters etkileşime girerler bu bağlamda. Bir başka deyişle umuda olurundan fazla yaslanmak ile sorumluluk üstlenmekten kaçınmak arasında uçlarında pek bir fark yoktur uç noktalarında. Gelin size ne demek istediğimi birkaç örnek üzerinden daha iyi açıklayayım:
En son ne zaman bir çığlık ya da benzeri bir gürültü duymanıza rağmen: ‘Aman bu benlik değil, bir başkası yardım eder’ diye düşünüp yolunuza devam ettiniz? Veyahut düzeltmeye gücünüzün yeteceği bir problemin farkına vardığınızda: ‘Benim sorunum değil’ diyerek kafanızı çevirdiğiniz? Tabii ki de insan yaşamı ne her şeyi kendi başına öğrenebilmek ve keşfedebilmek için ne de karşılaştığı her problemi çözebilmeye yetemeyecek kadar kısadır. Ancak burada dikkat çekmeye çalıştığım açı da zaten doludizgin bir diğerkâmlıktan ziyade ufak da olsa alınabilecek bir sorumluluğun büyük değişikliklere gebe olabileceğine rağmen sırt çevrildiği durumlardır.
Aynı paralelde yer yer schadenfreude (başkasının ızdırabından hoşnut kalma) ile de karıştırılan, sevilen birisinin başına gelen bir badireye karşın kişinin içerisinden: ‘Kim bilir ne yaptı da hak etti?’ benzeri hissiyatlar da, bahsetmeye çalıştığım ‘adil dünya inancı/hipotezi’ denen bir fenomenin zuhur edişidir.* Sosyal psikoloji alanında çalışılan bu fenomene, bağnazlık ve pasifliğin yaygın olduğu toplumlarda sıkça rastlanılır. Bu tip düşünceler zaman zaman sağlıklı olabilseler de, fazlalaştıklarında kişileri inisiyatif alıp bazı şeylere: ‘Dur!’ diyebilmekten, gidişata düzgünce bakıp gerçeklere dayalı karar verebilmekten de alıkoyar. Dünya adildir çünkü bu hipotezin altında, birilerinin işleri yolunda gitmiyorsa bu ondan kaynaklanıyordur; düşünmeye de, efor sarf etmeye de gerek yoktur(!). Hoş, zorlanmadan yaşanan bir hayat kısa vadede çekici görünebilir. Ancak unutmamak gerekir: En büyük başarılar, daima omuzlanan en büyük sorumluluklardan doğmuştur. Aynı bağlamda insan hayatının da, toplumların da hayatlarının anlamları, sırtlandıkları sorumlulukla alt ettikleri badirelerle doğru orantılıdır.
Hal böyle olunca bizlere ne demeli? Toplumumuzun azımsanamayacak bir kısmı en az son birkaç yüzyıldır dini kaynakların tasvir ettiği mehdiyi ete kemiğe bürünmüş surette beklemekteyken, en azından siyasi düzlemde onlara karşı olan diğer azımsanamayacak kesim de: ‘Ah Mustafa Kemal Atatürk (kalitesine yakın birisi) keşke tekrar Samsun’a çıksa!’ diye beklemiyor mı sizce? Bu mu sorumluluk almak, meşaleyi taşımak, medeniyeti de aşmak? Kendi ayakları üzerinde kalkabilen her kimse, gökten inen mehdiden de, yerden kalkanından da yeğdir, yeğ olacaktır.
Aslında vıcık vıcık ve sorumsuz siyasetiyle ülkenin bu hale gelmesinde rol oynamış ‘muhalif’ siyasetçilere sormalı, ehven-i şer ile kayda değer bir ilerleme sağlandığı nerede görülmüş? Affın yüceliği ve barışçılık ile dümdüz zararlı kişi ve oluşumlara hiçbir şey olmamış gibi kucak açma dangalaklığını ayırt etmek bu kadar mı zor? Mehdi falan değilsiniz orası belli de, en azından toplumun gerçekten selametini görerek isteyebilen kesiminin iradesi: ‘Yetti ama (size de) HAYIR!’ diye bağırıyor, bilmem duyabiliyor musunuz?
*: Bu fenomene dair kapsamlı bir çalışma için bkz.: Lerner, M.J. (1980). The Belief in a Just World. In: The Belief in a Just World. Perspectives in Social Psychology. Springer, Boston, MA. https://doi.org/10.1007/978-1-4899-0448-5_2