(Original publishing date: 19.04.2022)
‘Tanrı öldü! O’nu bizler öldürdük … Şimdi elimizdeki kanı nasıl temizleyebiliriz? Bu amelin yüceliği bizi aşmıyor mu?…’ Nietzsche’nin yüzyıldan evvel kaleme aldığı bu tespit Batı dünyası için yeni, ancak kaotik ve tehlikeli bir çağın başlangıcını işaret ediyordu. Bir başka deyişle bilimsel gelişmeler (Hristiyanlığın temelinde yatan) yaratılışçı hikayelerin objektif (nesnel kst.) geçersizliğini tabanın dahi kolaylıkla anlayabileceği surette gösterince temelden bir değişim, ya da sarsıntı, kaçınılmaz idi. Sonunda da zaten kendisinin de kehanet faziletinde uyardığı gibi bu sarsıntılar 20. Yüzyıl’ın, deyim yerindeyse, canını okudu.* Bazı artçılar hala daha hissedilse bile bu depremler günümüze olağanüstü tecrübeler ve insan hakları gibi dini ikame edesi değerler ile girmemizi sağlamıştır. Fakat bir saniye, Tanrı öldüyse gezegendeki milyarlarca Hristiyan ne halt ediyor diyecek olursak:
Eğri oturup doğru konuşalım: İnsanın mükemmel bir şekilde yaratıldığı da, çevresindeki diğer canlılara karşı kendiliğinden bir üstünlüğü de yoktur. Biz bu gezegende bu çevre ile değişip evrimleştik, nokta. Bu gerçeklik ise dini metinlerinin gerçek (İng.: ‘Literally’) anlamda yorumlanıp kabul edilmesinin önüne geçmektedir. Gerçeklikle bağını resmi düzeyde de(en azından Katolik Hristiyanlığı) koparmış bir dinin ayakta kalabilmesi nasıl mümkündür? Bu sorunun bireylerle ilgili, yani insanın neden inanma güdüsü olduğu konusunda hala tartışmaların olmasına ragmen en objektif açıklama, yine evrimimizden kaynaklanmaktadır:
Düşünün efendiler, bir tavşan neden bir hapşırık duyduğunda hayatının deparını atar? Hapşırıktan nefret ettiği için değil tabii ki de, evrimsel sürecinde av olmasının ön plana çıkması sebebiyle, hapşırıklar da dahil, ani herhangi bir sese ‘Bir avcı yaklaşıyor!’ refleksini vermeye kodlandığı içindir. Aynı sebepten ötürü insanların bazıları da kırkayak, yılan gibi hayvanlardan korkar (Bu bazılığın sebebi bizim tavşanlar kadar av kalmamamızdandır). Bizim örümcek korkumuz da sürüngenlerin ya da çok-bacaklıları estetik bulmamamızdan değil, onlara karşı ‘Bu şey beni öldürebilir/zehirleyebilir/zarar verebilir’ refleksini-tepkisini vermemizdendir. Bu mekanizmayla çevresine bakan ve beyni ‘doğadan ama doğaüstü’ gelişmiş olan insan, o andaki ihtiyaçlarına nazaran değerden mahsun objeleri değil, aletleri görür, algılar ve işler efendiler. Bir diğer deyişle sabah gözünüzü açıp başucunuza baktığınızda dikdörtgenler prizması şeklinde ince bir plastik-metal yığışımını değil, telefonunuzu görürsünüz.** Kafası bu denli değer atfedip, alet merkezli çalışan insanın kendi başına biraz kalıp çevresine baktığına: ‘Neden’ diye sorabildiğinde, tarih öncesi çağlarda peygamber İbrahim’in hikayesini yazması çok doğaldır: Yokluğu kabul edemeyen ve boşluklara alerjisi olan insan beyninin, kendisinin ve çevresinin hakkında teolojik açıklamalarda bulunması en doğal ameldir ki dinlerin sayısızlığı bunu desteklemektedir. Bunun günümüz hristiyanları ile alakasına gelecek olursak:
Kültür-tarih boyutundan arındırdığımızda günümüzdeki Hristiyanların hali, işte bu yokluğu kabul etmemeye, her yaprağın ardında bir bit yeniği beklemeye ve aramaya programlı beyinlerin: ‘Ya, ama ama ama’ çırpınışlarıdır aslında. Ölü olan tanrılarına ip bağlayıp hala canlıymışçasına (ama bunun çoğunlukla farklında olarak) oynatmaktan pek de farklı değildir yaptıkları. İnananlarının da ezici çoğunluğunun pazar ayinlerine bile gitmemesi bunun kanıtıdır işte. Ön saflardan çekilme ve silikleşme… Sekülerlik anlayışında soyutta kısılı kalma… Kağıt üzerinde kalıp yavaşça tarihteki yerini alma… Bugün Papa’dan bile evrim karşıtı bir söz duyamıyorsak, bundan çıkarılması gereken bir ders yok mudur sizce de? Ya da çağdaş laiklik ile kendi insani değer rotamızı oluşturabileceğimizin mümkünatından?
Peki ya Müslümanlık için ne demeli, özellikle Türkiye’nin müslümanlarına? Kolay değil tabii ki de durumumuz; dinamiklerimiz ve kültürümüz bize has. Ancak en azından binlerce yıllık İbrahim öğretisini Said isimli bir kürdün öğretisiymiş gibi yutmaktan ve o ve onun gibilere uydu olmaktan vazgeçebilinse… Vazgeçebilinse bu köktencilikten, kökçülük ve gericilikten… İslamın doğduğu yerlerse zaten Vahhabilik garabetiyle çağdaşlığın tam zıttı yönde son sürat ilerlediğini göz önünde bulundurursak onlara zaten kayıp vaka dememiz gerekir. Peki ya biz?
İslam Dünyası(!)’nda bunu yapabilecek en uygun millet biziz aslında. Neyi mi yapabilecek?: Allah’ın da öldüğünü anons edip, selasıyla şaha kalkabilecek!
*: Tanrı’nın ölüşünden sonra mümkün gördüğü iki yoldan birisi dipsiz ve yıkıcı bir hiççilik, bir diğeriyse insanlığın kendi dini ethos’unu inşa etmeyi deneyip, elleri henüz Tanrı’nın taze kanıyla bulanmış olduğundan bunu başaramayacağı ve bu denemenin milyonlarca insanın yaşamına mal olacağından bahseder: Nasyonal-Sosyalist Almanya, SSCB, Mao’nun Çin’i ve Kamboçya, bu denemelere başlıca örnek olarak sayılabilir. (Sonrasında tanımlayacağı Üst-insan’ın yaratılamaması durumunda. Kaynak: Menschlisches, Allzumenschlisches) **: Alet kullanımı ve değer atfeden algılar ile ilgili güncel bir çalışma için bkz.: Witt J. K. (2021). Tool Use Affects Spatial Perception. Topics in cognitive science, 13(4), 666–683. https://doi.org/10.1111/tops.12563