(Original publishing date: 15.04.2022)
Türkiye’nin bu islamcılardan çektiği nedir? Sahip olduğu onca avantaja rağmen, aslında zor duruma düşmesinin zor olması gereken ülkemizin halinin ‘maalesef’ dedirtmediği bilinçli birisi kalmış mıdır acaba? Toplum, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğini zihnen bir yüzyıldan da geride tamamlamak üzereyken ülkedeki dinci-gericiliğin bu seviyede olmasının ve onyıllardır kullanılabilmesinin sebebine dair bir iki kelam edip, birkaç bakış açısı sunmak isterim bu yazıda.
Dünyada kendilerini herhangi bir yerleşik dine ait görmeyen insanların konvansiyonel dinlerin mensuplarına karşı sayısal artışları artık su götürmez bir gerçek. Buna ek olarak da aynı dinlerin mensupları arasındaki yorum ve uygulama farkları sebebiyle tek bir çatı altında toplandıklarını iddia edebilmek de artık günden güne zorlaşmakta, en azından sağlam bir çatı altında. Bu çoklu kümelenme fenomeni Hristiyanlık ve Musevilik’te çok daha resmi ve belirgin mezhepler halinde gözlemlenebilmektedir. Ayrıca genel sayı azalmakta olduğundan, aynı mezhepteki iki kişinin arasındaki ‘bağlılık’ makası da doğal olarak artmaktadır. Fakat aynı şey Müslümanlık için en azından en temel prensipler üzerinde mevcut değildir.* Buna rağmen bir Katolik Hristiyan ya da Ortodoks Yahudi denilince akılda esnek ve sağlıklı bir stereotipin canlanması mümkün. Peki gezegende durum böyleyken:
Müslüman denilince akla ne geliyor? Daha doğrusu herhangi bir ankette sorulduğunda kendini gururla müslüman olarak niteleyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları müslümanlık anlayışları nedir? Bu tarz bir soruya karşılık: ‘Bilmemne Hocatullahımıza göre…’ vb. ile söze başlayan kişiler zaten sayıca da nitelikçe de çok azlar ancak bazı sebeplerden ötürü sesleri gittikçe gür çıkmakta. Bu azınlık: ‘Ramazandan ramazana, cumadan cumaya ya da baş sıkışıklığından baş sıkışıklığına’ dininin gerekliliklerini kısmen de olsa yerine getirmesine rağmen kendini varsayılan müslüman çatısı altında sayanları zaten kafirlerle aynı kefeye koymaktadırlar genellikle. Ancak parmak basmak istediğim husus yukarıda örneklenen part-time ya da part-konu müslümanların, aslında ülkedeki müslüman nüfusun belkemiğini oluşturması. Latife benzeri bir garabet eseri olsagerek, bu belkemiği bazı konularda çağdaş yatkınlıklar gösterse de mesele islama geldiğinde alkollü nefesiyle ilahını anıp, kendini yegane müslüman çatısı altında sayabilmekte! Din üzerinden yürütülen ve bazılarının tepe tepe eylediği kimlik siyasetini kırk yıl önce de verimli yapan, günümüzde de verimli tutan sebeplerden en önemlisi budur zannımca: Fiilen alakası bile olamayacak kişilerin dahi iş ‘isim koyma’ya gelince kendisini müslüman olarak nitelendirebiliyor memlekette. Bu insanların durumunu açıklayabilecek birkaç bilimsel araştırma gerçekleştirilmiş desem?
Doğru, kişi kendi acısını daha büyük görmeye yatkındır ancak Anadolu’nun geçirdiği son iki yüzyılda ızdırap kustuğu kanısının bir yere kadar objektif gerçeklikle de desteklendiğini iddia etmek pek de uçuk kaçmaz. Peki, zor zamanlar, felaketler ve hatta viral enfeksiyonların yüksek seyrettiği coğrafyalarda bağnazlığa varan dinciliğin yüksek mi yoksa düşük mü seyretmesini beklemek gerekir? Son yıllarda yapılan arşiv çalışmaları, doğal felaketler ile toplumsal dindarlık, ve bulaşıcı hastalıklar ve baskıcı-otoriter siyasi yönelimler arasında güçlü bir korelasyonu ortaya koyan arşiv çalışmaları mevcuttur. Bir diğer deyişle insanlar zor zamanların cenderelerini atlatabilmek için hem ihtiyaç duydukları güven, kooperasyon ve beklenirliği sağlayabilen hem de zihinsel bir rahatlık sunan en kolay konsept olan dinin kapısında kendilerini bulma yatkınlığı saptanmıştır. Esas mesele, zor zamanların getirdiği bu yatkınlığın (daha doğrusu ihtiyacın) nasıl yönetildiğinde saklıdır. Yönetilememesi durumunda neler olabileceği hususunda da yakın zamanlarda ‘demokrasi’ götürülmüş Irak coğrafyasından nasıl yoğun bir islamcı barbarizmin fışkırdığını hatırlamak yeterli olacaktır.
Çok boyutlu ve karmaşık bir meseleyi argümanın selameti için basite indirgediğim için affınıza sığınırım, ancak Anadolu insanına müslümanlık kimliği görüldüğü üzere dağlanmış, ve bu çok da doğal bir dağlanma aslına bakılacak olursa. Ancak Türkiye’nin önünde, geçirdiği amansız darboğazdan sonra tutunabileceği alternatif bir kimlik, alternatif bir gelecek yok muydu? Acaba bazı ilkeler ve çağdaş düşünceler, o kimliği ikame edemez miydi? Cumhuriyeti bahşedip de oturttuğu raylara ölümünden saatler sonra O’na ihanet edilmemiş olsa idi, ya da sosyal dokumuz O’nun ümit etmek istediği kadar çağdaşlaşmaya uygun olsa idi; ikame edilemez miydi?
Başka bir Türkiye mümkün imiş de biz Ata’mdan hiçbir şey öğrenememişiz… maalesef işte.
Notlar
*: En öne çıkan Şiilik-Sunnilik ayrımına bile bakacak olursak iki tarafın da Allah’ın birliği, sıfatları ve peygamberinin nitelikleri üzerinde neredeyse tamamen uyuştuğunu gözleyebiliriz ki bu diğer semavi dinlerin belirgin mezhepleri arasındaki ayrımlar hakkında söylenemez.
Makaleler
Jeanet Sinding Bentzen, Acts of God? Religiosity and Natural Disasters Across Subnational World Districts, The Economic Journal, Volume 129, Issue 622, August 2019, Pages 2295–2321, https://doi.org/10.1093/ej/uez008
Leor Zmigrod et al, The psychological and socio-political consequences of infectious diseases: Authoritarianism, governance, and nonzoonotic (human-to-human) infection transmission, Journal of Social and Political Psychology (2021). DOI: 10.5964/jspp.7297